10 Kasım 2010

10 Kasım

Bugün On Kasım.
Sabah kalkıp Duru'yu okula ben götürecektim. Yolda Müge ve Mine ile karşılaştık. Her üç çocuk ile de gurur duydum. Her üçü yaklaşık 3.5 yaşında olmasına rağmen o günün On Kasım olduğunu, Atatürk'ün öldüğü gün olduğunu, Atatürk'ün Türkiye'nin kurucusu olduğunu biliyorlardı. 9'a bir iki dakika varken ana okuluna bıraktım. Bahçede tören varmış.
Hemen eve fotoğraf makinemi almak için koştum.
Gelirken sirenler çalmaya başladığı için durdum. O an duygularımı ifade etmem mümkün değil, tam karakolun önünde durduğum için, benle birlikte birkaç kişi, daha saygı duruşunda bulundunduğunu gördüm.
Aklıma İstanbul'a ilk geldiğim zamanlarda yine bir On Kasım günü vapurda yaşadıklarım aklıma geldi. Gözlerim yaşardı... Tam dokuzu beş geçe, denizin ortasındayız. Bizim vapur ve 2-3 balıkçı kayığından başkası yok. İşte o an farklı yerlerde duran kayıklardaki balıkçıların işi gücü bırakıp, ayağa kalktıklarını ve saygı duyduklarını gördüm... Yine gözlerim yaşardı... Aynı bugün olduğu gibi...
Bir anda uzaktan bize doğru gelen iki kadın gördüm. İkisinin de baş örtüsü vardı -saygı duyarım- kendi isteğidir.
Yürümeleri devam etti, İstiklal Marşı başladı, iki hanım yürümeye devam ediyordu... Adımlarını duyacak kadar yakınlaştılar. Bıraktım gözlerime inanmayı kulaklarıma inanamadım...
Bugün her yerde On Kasımla ilgili konuşulan, anılan, saygı duyulan, bugün de fark ettiğim gibi -saygı duyulmayan- bir ortam var.
Siyasi görüşü ne olursa olsun,
O günlerde bir ulusu yüreklendirip, Kurtuluş Savaşı gibi gibi bir destanın yazılmasına önderlik eden, Türkiye'de bu gün rahat rahat yaşıyorsak bunun temellerini atıp, ekonomik gelişmeleri de yapmamıza neden olan kişi için biraz da olsa saygı duymak sanırım her Müslümanım,Türküm diyen, her Türk evladının GÖREVİ.

Son 10-15 yıldır, kutuplaşma ve yalan yanlış söylemlerle Atatürk'e saldıranları da anlamıyorum.
Hatta hatırlarsınız, Süleyman Demirel'in Cumhur Başkanlığı sırasında yine bir 10 Kasım günü, eline Kuran-ı alıp "putlara tapmayın Kuran'a uyun" sözlerinden sonra düşünmek gerek.
1. Putlara tapan var mı? Veya bu arkadaşlar bilmiyorlar mı ki bu bir saygı göstermek, kalbimizde olduğunu söylemek ve sevmekten ibarettir.
2. Türk Halkı putlara tapma olayını zaten müslümanlığı kabulünden sonra bırakmıştır. (lütfen türbelere/yatırlara çaput bağlamayı burada örnek vermesinler)
3. Allah'a inanan, Hazreti Muhammedin Peygamberi olduğunu, Kuran-ı Kerimi kitabı olarak kabul etmiş, Kurtuluş Savaşında önderlik eden Mustafa Kemal ATATÜRK'ü benimseyen bir ulusta bu düşünce tarzını anlamak mümkün değil. Sonuçta Anıtkabirde, İstiklal Marşında ve saygı duruşunda bir tapma/tapınma durumu olmayan bir olayı, nasıl da güzel bir şekilde bu hale getirdiklerini basitlikle görmekteyim.

İşte yolda giderken, kendi düşüncesi ile kapanmış bir hanımın da İstiklal Marşı okunurken umarsızca ve gezinti edası ile yürümesi sırasında bunlar aklımdan geçti... O ki milli marşımız çalınırken, gördüğüm kadarı ile acelesinin olmadığı, gezinti hızında yürüdüğü ve -bana göre- saygı göstermediği şahsiyetin önce atalarına saygısı yok...

26 Eylül 2010

Tabu

Bu akşam National Geographic'te TABU yu izledim.
İlginç konular işleniyor bu belgeselde.
Konu idrar idi. İdrar içmenin batı toplumlarında nasıl bir tabu olduğunu anlatırken, Kuzey Çin ve dünyanın başka yerlerinde nasıl ilaç ve sağlık için kullanıldığı konusunda ilginç yaklaşımlar var idi.
İlginç olan bir doktorun idrar strerildir demesi ile başladı.
"Enfeksiyonunuz varsa bu da bulunur" demesi ile devam etti...
Modern tıp ta yeri olmadığını anlatırlarken, tekrar tekrar içmenin de yararlı olmadığı konusunda hatta zararlı olduğu konusunda da bir araştırma olmadığını anlattılar. Zaten tekrar tekrar içmeyi değil, sabahın ilk idrarını içilmesi öneriliyordu Avusturalya'da.
Günün orta idrarı da cilt kırışıklığına ve kulak ağrısında kulak kiri temizleme ve kulaktaki enfeksiyonun geçirilmesinde de kullanılmaktaymış... :-((( ilginç ve inanılmaz.

İşte o an içme dışında benim de birkaç deneyimim olduğu aklıma geldi.
Çocukken, arı ısırmalarında, ısırığın üstüne işemenin acıyı ve kızarıklığı aldığı söylenirdi... O zamanki çocuk aklı ile yapardık ta, gerçekten de acısı dinerdi. Neden olarak amonyak etkisi yaptığı söylenirdi.

Geçen sene bunu denedim. Ne zaman mı? Kırlık bir yerde elimi bıçakla kestiğimde bir arkadaş söyledi.
Biraz derin bir kesik olduğu için kan hemen durmuyordu.
Gerçekten de üzerine işediğimde anlık bir hafif yanma hissinden sonra kan akışı durdu. Acısı gitti. İşte bu akşamki Tabu belgeselini izledikten sonra bunlar aklıma geldi.

Öğrendiğim bazı şeylerde de; idrarın, antibiyotik, antioksidan ve sterilizör olduğu idi...

İlginç mi :) siz araştırın o zaman...

25 Eylül 2010

Ekmek Teknesi

Bu sabah ekmek almak için mahallemizdeki EKMEK TEKNESİ fırına gittim. Maltepe'de Feyzullah Caddesinin üzerinde bir apartmanın altında şirin bir fırındır.

Fırına gittiğimde "Kapalı" yazısı ile karşılaştım. Şaşırdım. Son zamanlarda ekmek üretimlerinde gözle görülür bir azalma vardı.
Esnafa sorduğumda "borçları vardı, bir de çok açıldılar" dediler.
İnsan ister istemez üzülüyor. Özellikle ekonomik kriz zamanlarında işletmelerin ekonomik veya başka nedenlerle kapanması insanı üzüyor.

Her ne olursa olsun, eski bakkallar misali, mahallenizde bir bakkalın, fırının, ayakkabı tamircisinin, sucu  ve elektrikçinin olması, hem mahalleye bir sıcaklık katıyor hem de acil isteklerinizde yürüme mesafesinde ulaşmanızı sağlıyor.

20 Eylül 2010

Yeni Türkü

Bu akşam tavan arasını karıştırırken Yeni Türkü'nün "Aşk Yeniden" kasedini (MC) bulmam beni ayrı bir sevindirdi...
Hatta çok sevindirdi. Oturup bilgisayarda bunu yazınca biraz eskileri karıştırmak, internette araştırma yapıp eskiklikleri de gidermek istedim. Google'a "Yeni Türkü" yazdığınızda 825.000 kaynak çıkmakta. Sanırım benim yazılarımdan sonra 2 tane daha artmış olacak :-)))

1988-89 yıllarında ilk kasedimi aldığımda Yeni Türkü severliğim başladı. Daha sonra üniversite hazırlık kursuna gittiğim ve harçlığımın yettiği haftalarda eski kasetlerinden almaya başladım. Buğdayın Türküsü kasedini aldığımda da tüm set tamamlanmıştı. Her ne kadar Buğdayın Türküsü diğerleri kadar hoşuma gitmese de seriyi tamamlamak bile benim için hoştu...
Edirne'de Saraçlar caddesine ışıkların oradan girdiğinizde solda kalan bir müzik dükkanı vardı. O sıklıkla ziyaret ettiğim bir yerdi. Zaten fazla kasetçi yoktu Edirne'de diye hatırlıyorum. İki elin parmaklarını geçmezdi. Bir zamanlar Nihan Ablamın doldurttuğu yabancı kasetler varken kaset çoğaltmak, doldurtmak yasaklanınca hazır kasetlere geçilmişti. İşte benim üniversite hazırlığı yıllarına rastlar Yeni Türkü severliğim.

Şöyle bir düşündüğümde bende iz bırakan, bazılarının sözlerini hatırladığım pekçok parçası var.
En sevdiğim ise Karanfil'di. Nedendir bilmem Karanfil şarkısına ayrı bir ilgi duyarım.
Karanfiller açıyordu o zamanlar gözlerinde, bir baksam kül olurudum yüzüne...
Hem sözleri hem ezgisi çok hoşuma gider.
Gerçi hoş, bu yazıyı yazarken de Bob DYLAN (CD:Desire)dinlemek te ilginç... Bu akşam ciddi bir eski zamanlar yaşamaya başladım. Bir ara Duru ile iş yaparken Duru'nun gençlik yıllarında hangi şarkıları sevecek nelerden hoşlanacak diye düşündüm. Bu durum insanı biraz daha yazmaya itiyor. Hayat ta askerlik gibi, her geçen gün bir rütbe alıyorsun. Sen istemesen bile belli bir zaman sonra çömezlikten ustalığa geçiyorsun. Senin yaptıklarını yeni gelenler yapmaya başlıyor. Sıra ile rütbe alıyorsun yükseliyorsun. Daha sonra da komutanlığa yükselip ilerliyorsun... Teümen, Üstteğmen, Yüzbaşı derken bir bakmışsın General olup diğer diyarlara gidiyorsun. Bir bakıyorsun ki er olarak başladığın hayat seni bir yere taşımış... İşte hayatı da kısca anlattım... :)

Tekrar dönecek olursak konumuza, lise yılları Yeni Türkü'yü tanımakla geçti. Üniversiteye geldiğimde ise evden uzak olmanın verdiği buruklukla olsa gerek daha da sever oldum Yeni Türkü'yü. Türk ezgileri olması, yeni bir akım olması ben cezbetmişti. Gitardan klasik kemençeye, blok fülütten uda kadar hemen hemen bizden olan her enstrüman vardı... Sanırım benim gibi pekçok kişiyi çekmesindeki nedenlerden biri de bu.
Ders çalışırken kasetleri dinlediğim şarkılar hep hatırımda, (bugün anlıyorum ki ders çalışırken müzik dinlemek yapılmaması gereken bir yanlış).

Bu sevgi ta 1997 ye kadar devam etti (üniversiteden 96 da mezun olduğumu düşünürsek) 1995 te Süper Baba'nın film müziklerinin de yapılması beni mest eden kasetlerden biri idi.

Sözlere bakacak olur isek yine gençleri fetheden sözleri görmekteyiz. Maskeli Balo ve Çember sanırım en akılda kalanlardan. Yoldan geçen ve 30-45 yaşları arasında birine soracak olursanız sanırım bu iki şarkıyı söylecektir. Telli Turna ve Fırtına da bilinirlik açısından takip eden şarkılarıdır.
Tabi radyo ve TV lerde sık çalınmasının nedeni ile hızlı tüketilmesi ve tüketmemiz için sık dinletilen şarkılar olması da cabası sanırım.

Bu durum taa ki 1997 ye kadar devam etti. Hepsi arı bir yetenek olan 3 kişi Fuat Oburoğlu, Cengiz Atakan ve Murat Buket'in ayrılması ile benim iyi dörtlü dediğim grup ne yazık ki ayrıldı. Bir daha da eski "DEM"ini veremedi... Her ne kadar yeni kanların gruba katılması ile devam edilse de 83-95 arasındaki tansiyonu yakalayamadılar.
Bana göre eski heyecan yok, amatör ruh yok, yaratıcılık ve bizden olma kısmı yok.
Bu akşam bir de sitelerini inceledim.
Eskiden 4 kemik kadrodan dediğim bazılarının video röportajlarını izlemek te çok keyifliydi. Yaşlar -biraz- ilerlemiş, olgunlukları biraz daha artmış (aslında eskiden de olgundular) eskiyi daha güzel ve daha iyi anlatıyorlardı.
(İzleyin: http://www.yeniturku.org/mura-buket  / http://www.yeniturku.org/videolar / )


Aynen:
Sessiz gelir yanıma
Başını dizime yaslar
Öylece uyur yağmur çiseler... demek gibi sanırım...

Her ne olursa olsun, dağılmış ta olsalar, o zamanki demin şarkılarını bana sevdiren YENİ TÜRKÜ yü hep sevmişimdir...
Aklıma gelenleri sizlerle paylaşmak istedim.
Eğer buraya kadar okuduysanız sanırım sizde Yeni Türkü sevenlerdensiniz.
Dünyanın Kapılarını açmanız dileklerimle.

Hakan

19 Eylül 2010

Bir Zamanlar

Bazen duyardım, "Geçmiş Zaman Olur ki Hayali Cihan Değer".
Ne demek olduğunu sanırım insan çatı arasını karıştırıken bir daha fark ediyor.
Ben de bu akşam azıcık çatı arası karıştırdım. Bir zamanlar aldığım kasetler, 3,5 lik disketler, zip drive dediğimiz IOMEGA 1 GB lik kartuş vb gibi birkaç eski teknoloji buldum.

İçlerinde en çok hoşuma giden de Yeni Türkü'nün Aşk Yeniden kasedi oldu. Hemen teybe taktım ve dinlemeye başladım.
Karanfil; en sevdiğim parça. Allahım, o ne güzel hatıralar. Aldı götürdü beni 1989 yılına, bu kasedi lisede iken almıştım. O zamanlarda Yeni Türkü benim için -ud ve kanunun, gitar ve fülütün, kabak kemane ile adını bilmediğim pekçok enstrüman ile güzel ezgiler yapan, pekçok enstrümanın birlikte çaldığı Derya Köroğlu'nun sesinden ruha hitap eden şarkıların söylendiği- bir gruptu. 1997 de ki dörtlünün dağılmasına kadar da böylele gitti.
Gerçi halen de varlar "AMA" eski tat ne yazık ki yok. (veya ben böyle düşünüyorum) 73 yılı kuşağı çocukları olarak sanırım bazı kuşaklar arasına sıkışıp kalmıştık.
(1980 lerde çocuk olup ne olduğunu anlamayan, Hipilerin düşüncelerinin ne olduğunu bilmeyen, karışmış saç ve sakal içinde olanlara veya üstümüzü başımızı batırdığımızda anneannelerimiz tarafından söylenilen kelime)
İşte benim de lise-üniversite arasındaki zamanda keşfettiğim bir gruptu Yeni Türkü.

Yeni Türkü deyince; Derya KÖROĞLU, Selim ATAKAN, Cengiz ONURAL, Fuat OBUROĞLU, Murat BUKET i hatırlıyorum.
Hele hele Karanfil şarkıların çaldıklarında tüylerimi ürpermesini halen anarım halen de içim bir hoş olur.
Sadece "Karanfil" mi, Fırtına, Eftelya, Başka Türlü Bir Şey, Yeşilmişik, Öyle Sevdik, Olmasa Mektubun, Vira Vira,  gibi şarkıları hep sevdim. Sanırım 60-70-80 doğumlu olanlar bile sevdi...

Ardında Süper Baba'nın o canım dizisinin film müzikleri geldi. Hatta dizinin girişinde bir klip kıtınsı vardı ki  fülüt ile o sesin nasıl çıktığını ve ruhun derinliklerine hitap edildiğini bugün bile anlayamam.

Geçen gün TV de müziğin insan üzerine etkilerini anlatan bir belgesel vardı. Bol bol psikologların konuştuğu güzel bir belgeseldi. İşte o an aklıma hangi müziklerden veya şarkılardan hoşlandığım aklıma geldi.
Tavan arasında bulduğum kaset te bu soruyu tam olarak kendime sormamı sağladı. (düşük bir cümle oldu, gece yarıs benden bu kadar idare edin)
Sanırım Türk Ezgileri ile bazı batı enstrümanları (gitar gibi) karışımı olan müzikler hoşuma gidiyor.
Yeni Türkü, Moğollar, M.F.Ö.,  bu gibi gruplara baktığımda hem Türk hem de Dünya enstrümanlarının harmanlanması ortaya çıkan ezgileri sevdiğimi fark ettim. Bugüne kadar bir müzik aleti çalamadım, sesim de şarkı söylemek için fazla "bet" tir. :) dolayısı ile dinlemek, bazen eşlik etmek bana yetiyor...
İşte bir tavan arasında bulunan bir kasetçik beni ta eski zamanlardan aldı bugünlere getirdi...

Geçmiş Zaman Olur ki Hayali Cihan Değer...
Boşuna dememişler, eskilerde yaşadıklarımız, o zamanlar, değerini bildiklerimiz/bilemediklerimiz, arkadaşlıklarımız çocukluklarımız hep güzeldi... Tabi bunları tatlı bir anı olarak hatırlamak, eskide kalmamak kaydı ile  :)))

Ara sıra tavan arasını karıştırmak güzel oluyor...
Bayramda seyranda ailenizin yanına gittiğinizde, kendi evinizde, eski tanıdık bir yere gittiğinizde;
Hadi... Siz de yapın.

3 Haziran 2010

Gençmişim de haberim yokmuş...

Bugün yine 20 yaş dişim çekildi.
Daha önce 9 yıl önce çekilmişti ki anlatsam 20 yaş için doktora gitmeye korkarsınız.
Allahtan bu seferki daha kolay bir operasyon oldu
1:31 de girdik 2:09 da çıktık. Allah için doktorlarım iyiydi...
Bir çene cerrahı ve bir de diş hekimi arkadaşım Gerçek Özcan Canpolat kısa bir sürede hallettiler...
Asıl sıkıntı akşam üzeri oldu. Öyle bir ağrı ki Allah düşman başına vermesin.
Paylaşmak doğru mu değil mi bilmiyorum. En sonunda nur topu gibi dişimi paylaşmaya karar verdim...

20 yaş dişim olduğu için gencim diye sevinsem mi. O ağrıyı çektim diye üzülsemmi bilmiyorum.
Yüzümdeki şişlikler 3-4 gün gidecekmiş. 5 dakikada bir soğuk kompres yapıyorum. Suratım dondu.
Çenem açılmıyor, yemek yiyemiyorum, su ve karpuz güzel gidiyor. Ne diyeyim buna da şükür... Geçen seferki 1,5 saat sürmüştü...



28 Mayıs 2010

Babamın Electro World Macerası 2

Babamın tekno yaşadıklarına artık çok gülüyorum...
Geçtiğimiz gün Electro World'ten aldığı makinenin hafıza kartını almak için tekrar gitmiş.
Daha önce 9 Mayısta yaşadıklarımızı yazdığım yazıda çok ufak sıkıntıların nasıl aşılabileceği hakkında bir fikir sunmuştum... Şimdi ise daha da hayretler içinde bakıyorum.

Kayınpeder kartını almak için geçtiğimiz gün uğradığında kartın değiştirilmiş olduğunu öğrenmiş. Yalnız bu sefer de aynı boyut ve markada kart yokmuş. Kart Kingstone olduğu için aynısını almak istemiş. Çalışanlar aynı boyutta bulamadıkları için ya farklı markayı almasını ya da iki tane 2 GB almasını önermişler.
Komedi burada: farklı bir marka 3 TL farkla veriliyormuş.

Sizce garantiden değişim için giden bir ürünün aynısı verilmesi gerekmez mi?
veya yoksa bile 3 TL farkı gözardı edilmeden farklı bir model veya üst modelinin verilmesi gerekmez mi? -kaldı ki benzer bir olayda, Ozan'ın fotoğraf makinasının 3 üst modeli fiyat farkı istenmeden Kodak tarafından verilmiş idi-
Sanırım bazı yabancı markalar Türkiye'ye geldikten sonra buraya ayak uydurup :-) müşteri hizmet kalitesini düşürüyorlar. Yıllarca, Türkiye'deki bazı markaların eleştirilip, yurtdışında olsa bu böyle yapılmazdı diye hayıflanıldığını hatırlarım...

Hatırlarım eskiden, alınan cihaz kullanılmasa bile para iadesi yapılası pek istenmez hatta değiştirilmek istendiğinde ayak sürülürdü...
Neyse bir süre beklenip stokta 14 tane görünen nedense mağazada bulunamayan kart uzun araştırmalardan sonra bulunup verilmiş.
Ne diyeyim...
Bu markaların diğer ülkelerde çalıştıkları gibi hizmet kalitelerini yükseltmeleri dilekleri ile.

16 Mayıs 2010

Hayattan keyif almak

Geçen gün (cumartesi) babam (kayınpeder) ile Duru'yu dışarı çıkardık.
Favori mekanım Göztepe Parkına gittik. Hava hafiften çiseliyor. Gündüzün sıcakları yağmur olmaya başlamış. Arabadan dışarı çıktık ve o güzelim toprak ve yağmur kokusunu, ardından da yağmurun yüzüme ve kafama çiselemesini hissettim. Başkası olsa; "aman çocuğu çıkarma üşüyecek, üşütecek hasta olacak" lafları ile geri döner sanırım. Duru'ya baktım o benden hevesli parka gitmeye, babam da aldırmıyor. Varsın olsun gidelim dedim...
Çok güzel bir an. Sanırım anları da yaşamak bu olsa gerek.
Duru doğduğundan beridir aklımda olan tek şey, ayakları üzerinde durabilen bir çocuk yetiştirmek. Bu düsturu verebilirsem gerisi kolay. Duru kendi yapacak.

Parkta yürürken bir ara tekerlekli sandalyede olan biri gözüme çarptı. İşte o anda, kendimin ve çocuğumun yürüyebilmesinin ne kadar nimet olduğunu bir daha hatırladım ve şükrettim. Bu şükür ne zaman lenslerimi takıp ufka baksam yine aklıma gelir. Gözlük veya lens takmadığımda, 10 metre ötesini puslu görmek insana görmenin ne kadar büyük bir nimet olduğunu bir daha hissettiriyor.
Farkettimki Duru'nun koşup oynaması da bana büyük bir keyif veriyor. Yaşadığımı hissettiriyor.
Allah kimseyi sevdiklerinden ayırmasın ve sağlıklı bir ömür versin. Gerisi boş.

Zaten işini adam gibi yaptınmı, 
Hırs ve kötü düşüncelerinden arındınmı,
Helal ve iyi bir şekilde kazandın mı daha rahat oluyorsun...

Bir de daha az uyuyup, daha çok keyif aldın mı ömrün de uzuyor.
Okuduktan sonra inanılmaz güzellikleri fark etmem uzun sürmedi, bazılarını daha önce uyguladığım için de kendimle gurur duydum.

Bugünün ek düşüncesi. Ne yaparsan yap +1 değer kat.
Hadi kalın sağlıcakla.

9 Mayıs 2010

Bugün yaşadığımız durumdan sonra yine satış ve yönetim düşüncelerine daldım. Boş duracağına düşünmek mutlu ediyor insanı.


Müşteriyi anlama, inisiyatif alma, prosedürleri uyglama/yumuşatma.

Memnun müşteri nasıl yaratılır? Muhtemelen yaratılamaz. Müşteriler –muhtemelen- memnun olmayacakları bir nokta bulurlar... Yaratılabiliyorsa da bu muhteşem bir durum olur...

Müşterinin mutsuzluğu ise, ya fiyatta ya da cihazı arızalandığında ortaya çıkar. Genelde bu iki noktada sorun yoksa müşteriler zaten memnun bir şekilde yaşamaya devam eder.

Yukarıda dediğimiz gibi, bu memnuniyeti birkaç durum bozar. Birincisi aldığı cihazda sorun yaşaması, ikincisi fiyatta kazıklandığını düşünmesi, üçüncüsü de aldığı cihazın daha iyisini veya daha özelliklisini –kullanmasa da- bir başkasında görüp kıskanmasıdır.

Bir olayı birkaç boyuttan izlemeyi eski pazarlama müdürümden öğrenmiştim. Hatta çocuk yetiştirmede ki bir tavsiyesini 1997 yılında o anlatmıştı –çocuğun bakış açısından görmek-. Bugün halen uygularım çok yararını gördüm.

Gelelim bugün yaşadığımız olaya. Marka vermekten çekinmeyelim, olayı yansız daha sonra da yorumlarla anlatalım;

Olay Electro World Bostancı mağazasında gerçekleşti. Kısa bir özet geçeyim: Geçen Ocak ayında (2010), Uzunköprü’de oturan kayınpederime bir “Fuji” fotoğraf makinesi ve 4 GB “Kingston” SD kart aldık.

Sorunsuz olarak düne kadar çalıştı. Dün “korumalı kart” sorunu vermeye başladı. ,

Kurcalamadan –garantisi devam ettiği için- 9 Mayıs 2010 Anneler gününde sabah Electro World’e götürdük. Müşteri ilişkilerideki bir bey inceledi. Yöneticisine sorması gerektiğini buna göre bilgi verebileceğini söyledi.

Görüşme uzun süreceğinde mağazayı dolaşalım istedim. Elektronik aletler için güzel bir güç korumalı priz buldum onu aldık, kızıma bir karaoke mikrofon ve cd içeren set aldık, ses sistemim için bir kablo ve birkaç tane ufak tefek eşya alıp müşteri ilişkilerine gittim. Ben gidene kadar kayınpedere açıklama yapmışlar beni bekliyorlardı.

Kartın arızalı olduğunu,servise gitmesi gerktiğini 15 gün sonra değişim veya tamir yapılıp geri verileceğini söylediler... (Prosedürsel olarak yerden göğe kadar haklılar)

Bekleneceği şekilde itiraz ettik, sonuçta Kingston kartın arıza yaptığını bu 15 gün süresince babamın fotoğraf çekemeyeceğini, topu top 22 TL lik bir kart için bu kadar fazla beklenmemesini konuştuk.

Görevliye, madem bu klasik cevapları verecekti, şefine sormak için neden gittiğine ve bizi bu kadar beklettiğini, bunları anında söyleyebilirdi diye, ben konuşmaya girdim... “Eğer bu konu ile tam yetkili iseniz, detayı hemen anlatabilirsiniz, şefinize sormanıza gerek yoktu” Dedim.

Bir sonuç alamayacağımı anlayınca mağaza müdürü ile görüşmek istedim. (Türk İnsanı’nın genel karakteristiğidir. Müdürle konuşmak isterler. Müdürler de uç bir durum yok ise, mağaza karı veya çalışanını demotive etmemek için onun yanında olur) Müdür bey yokmuş onun yerine yardımcısı olan bir bey geldi. O da aynı şeyleri anlattı, bunları zaten dinlediğimi, garantiden ithalatçıdan her durumda bu kartı değiştirebileceklerini, yapamasalar dahi -irtibat bilgimi verip- bu durum oluşmasında iki tane alacağımın sözünü verdim, maliyeti çok yüksek olmayan bir ürün için tekrar bu yolu kat edeceğimizi müşteri memnuniyetini vs örnek verdim. Yine de “prosedür, ık mık vs” gibi laflar ettiler.

Sonrasında biz paşa paşa servis formunu imzalayarak, 22 TL lik Kingston SD kartı teslim ettik, yapılınca tekrar dönüp almak üzere çıktık. Ne mi yaptık? Almak isetdiklerimiz tüm ürünleri bıraktık. Gittik Vatan Bilgisayar’a.

Dedik ya eski pazarlama müdürümüzden öğrendiğimiz gibi, olaya birkaç noktadan bakmak lazım.



Müşteri memnuniyeti

Memnuniyetsiz bir müşteri profili var. 22 TL’lik ve yüksek bir ihtimal ile garantiden değişecek bir kart var. Bu süreçte fotoğraf çekemeyecek, kartı almak için tekrar onca yolu tepecek, her halükarda bir tane daha kart alacak ve bu konuşmaları yaptığınıdan ve yaşadıklarından dolayı mutsuz.

Müşteri Hizmetleri:

Müşteri Hizmetlerindeki kişi, prosedürleri uyguladığı, müşteriye bu cevapları verdiği, mağaza yönetiminin direktiflerini uyguladığı, kısacası görevini yaptığı için işini yaptığına inanıyor.

Yetkili Kişi.

Muhtemelen, müşteriyi mutlu etmenin zaten zor olduğunu, müşterilerin bu gibi sorunlarla hep geldiğini, müşterinin, Müşteri Hizmetleri yetkilisinin geçip kendisine geldiği için, memnun mesut durumda değil.

Benim Gözümden

(Önce can sonra canan kısmından bakıp) Kayınpederimin bu olayı yaşamasından dolayı canım sıkkın.

Sonrasında mutsuz müşteri kimdir, inisiyatif nedir, kim nasıl kullanabilir ufak bir destek ile müşteri memnuniyeti sağlanacak bir olay iken, bu noktaya gelen durumu düşünüp, aşağıdakileri aklımdan geçirdim.

• 22 TL lik bir kart için memnuniyetsiz ve mağaza için antipati besleyecek bir müşterinin oluşması mı?

• Her durumda bu SD kartı garantiden değiştirebilecek yapıda olabilmeleri mi?

• Sırf bu durumdan dolayı, Yaklaşık 100 TL lik bir satışı kaybedip, rakibe kaptırmaları mı? (muhtemelen yapılacak kar, SD kartın maliyetinden daha fazla !)

• Çalışanların tüm bunları düşünmeden inisiyatif alamayışı veya bu yetkinin verilmeyişi.

• Tüm bu durumun oluşmasından dolayı oluşacak, genel maddi kayıp (kartı geri almak için yakılacak yakıt ,



Yaşanılanlar

Müşteri memnuniyeti ve firma kazanımı konusunda dinlediğim ve örnek kalan bazı olaylar vardır. İşte size iki tane.

Ikea

Ikea’nın ilk kurulduğu zamanlardı. Haluk Bey ile mağazayı dolaşıyoruz, kahve içerken sohbet ettik. Yurtdışındaki birkaç Ikea mağazasına gitmiş. Oryantasyon için müşteri hizmetlerinde de çalışmış. Bir olay anlattı ki ağzım açık kaldı:

Bir müşteri önceki gün altı tane bardak almış ve eve gitmiş. Paketi yere koyarken bardakları kırmış. Müşterinin bu paketi mağazaya getirdiğini ve müşteri hizmetlerinin biz malımıza güveniyorz deyip geri alması ve yeni bir paket vermeleri.

Birol Ağabey.

Birol ağabeyim anlatmıştı. Mahallesinde bulunan bir kasaptan tavuk almış. Dolaba koyup, ertesi gün çıkardığında üzerinin yapış yapış olduğunu görmüş. O kızgınlıkla daha dün aldığı tavuklarda bunun olmaması gerektiğini düşünüp kasaba gitmiş. Kasap tavuğı kontrol edip, “abi bizde kötü mal olmaz” deyip, Birol’un götürdüğü paketi tartmış, olduğu gibi gözünün önünde çöpe atıp, aynı ağırlıkta tavuğu vermiş. Birol da gönül rahatlığı ile eve geldiğinde olayı hanımına anlatmış.

Zaten bu noktadan sonra koptum. Birol’un eşi, dün aldığı tavuğu dondurucuya koyduğunu diğer tavuğu da geçen haftadan aldıklarını ve pişirmeyi unuttukları için alt bölmeye koyduğunu, aslında dünkü alınan’ın derin dondurucuda olduğunu söylemiş.

Tabi Birol Ağabeyim de soluğu kasapta alıp özür dileyip parasını ödemek istediğini söylemiş, kasabın gönül rahatlığı ile “abi rahat ol bizim için senin memnuniyetin önemli” demesi gözlerimi yaşarttı. Tabi Türkiye’de kaç tane böyle kasap ve müşteri bulunur tartışılır. Konumuz bu olayı olması. Gereksiz çıkmaz yollara girip yorum yapmayın!

2 Mayıs 2010

Doğum ve Ölüm.

Bu blog'a yazı yazacak zamanım pek olmuyor. Olduğu zamanlarda nedense vefat gibi yaşadıklarım sonrasında kısmet oluyor... Umarım daha neşeli yazıları paylaşacağım zamanım gelecek.

Bugün çok sevdiğim dostum diyeceğim Yavuz'un anneannesinin cenazesine katıldım.
Herşeyden önce Allah herkese Fatma Teyze gibi rahat bir ölüm versin derim.
Fatma teyzeyi daha önce hiç tanımadım. 98 yaşındaymış. Dün torunu geldiğinde selamlaşmışlar, ardından bir iç çekmiş ve hakkın rahmetine kavuşmuş. Acı çekmeden, sevdiklerinin yanında ve rahat...
Yavuz'un dediğine göre 98 yaşında olmasına rağmen namazını kılıp, bastonuyla merdivenlerden çıkabiliyormuş.
Ne diim, bu yaşta, bu dinçliği ve bu acısız zahmetsiz bir sonu herkes diler sanırım... (veya bana anlatılanı aktarabilmişimdir umarım)

Bugün mezarlıkta bir kez daha fark ettim. Anne dünyadaki en büyük varlık. Bu arada anneannleri tarafından büyütülenler bilirler. Anneanne en az anne kadar -hatta bazen biraz daha bile fazla- emeği geçen, sevdikleri, saydıkları bir varlıktır anneanne.
Bugün Yavuz'un anneannesinin cenazesinde de hep farklı düşünceler dolaştı kafamda. Kendi anneannemi düşündüm. Birkaç arkadaşımın anneanneleri geldi aklıma.  Mezarlıklar bu düşünceleri insanların sıklıkla hatırladığı yerlerdir. Tam bu arada Hüseyin Bey'i (Dr. Hüseyin Kösoğlu: Kadın Doğum Doktorumuz) gördüm.
Aklıma Duru geldi. Bir tarafta doğum bir tarafta ölüm dedim kendi kendime...
Tekrar anneannem geldi hatırıma... Şu an sağ olduğu için ara sıra memlekete gittiğimden elini öpüp yanaklarından öptüğüm için anneannemin değerini bir daha hatırladım. Annem çalıştığı için -anneannemin dediği gibi- 40 günlükten beridir beni bakmıştı... (devami gelecek)

30 Mart 2010

Hastalanmak

İnsan hastalanınca neden kendin güçsüz hisseder?
Veya güçsüz kaldığı için mi hastalanır? Güç müdür işleri karmaşıklaştıran?
Herkes güç peşinde mi koşar?


Sanırım bu sıkıntılardır insanı hasta eden. Bir de benim dün ve bugün olduğu gibi fiziken hata olanlar var.


Ağır bir faranjit olmuşum. İstemeye istemeye doktora gittim.


Ağzımı bile tam açamazken adaşım doktor baktı. Bademciklerinizde değil sorun faranjitte deyince anlaşıldı.
-Pekiii. Ne yapmak lazım? 
-Konuşmayın.
Oldu doktorum civanım. Gel de konuşma. Satıcı adamın işidir konuşmak. Ne yapacağız? Konuşmadan iş olur mu? (yani vardır konuşmadan iş yapanlar da ben onlardan diilim)


Aslında nasıl oldu anlamadım. Havalar, bir ılık, bir soğuk, bir güneşli, kısacası çok kararsız.
Bir de arabanın içi beklerken ısınıyor, toplantıdan toplantıya giderken iyice ısınıyorsun sonrasında rüzgar, bir de serin bir toplantı odası varsa terin üstünde kuruyor...
Cuma - Cumartesi, toplantıdan çıkıp birkaç kez teri kuruttuktan sonra. İyi bir şifayı kapmışım.
Pazar günü dinlendim. Pazar akşamı bademcikler şişti. Konuşamıyorum. Öksürmek bir yandan, balgam tükürmek öbür yandan. Burnum akar... Seç beğen al.
Hayatımda çıkarmadığım kadar yeşil mukozayı 2 günde çıkardım...
İğren konular olması bir yana, gerçekleri yaşamak ta pek güzel değil.
Bugün artık pes dedim ve doktora gitmey pek sevmediğim halde gittim. Daha doğrusu ilaç içmeyi pek sevmem. Bitkilerle tedavi eden yakın bir dr da bulamadık.
Allahtan kayınvalidem var. Bal ve zencefil, zencefil çayı derken, doktorun vediği 3 iğne, bir antibiyotik (iğneler bittikten sonra alınacak) bir efervesan tablet, bir soğuk algınlığı, bir de bademcik fıs fısı.
Devenin sevmediği ot başında biter misali iğneyi olup günü 17 de bitirmeye karar verdim eve geldim...
Vurdum kafayı yattım... 
Ateşten dön bi yana dön öteki yana zar zor uyumuşum.
Gece de uyuyamamak bir yandan. 
Oturdum blog yazdım.
Bi yandan da Duru'nun çiş durumları...
Kafam kazan gibi...
Of allahım offff.
Şimdi daha iyi anlıyorum; Kanuni Sultan Süleyman'ın Zigetvar Kale'sini hasta yatağında alırken söylediği sözü... İşim gücüm varken hatalanmak niye? Demek ki güçle ilgili değil... :-)
Neymiş? Ben kaşınmışım, kendime iyi bakmamışım...
Başka açıklaması yok.


Doktor başka ne mi dedi? Burun kemiğimde eğrilik varmış. Ufak bir ameliyatla düzelirmiş :))))